Hata yapmak, yanlış işlere meyletmek, yolunu-yönünü şaşırmak, insan olarak yaratılmış bulunmanın bir sonucudur. Dilimize yerleşmiş bulunan “beşer şaşar” ifadesi bu gerçeği dile getirir.
Evet, insan hata yapar. Fakat dünyada insanlık izzetini muhafaza etmek için, ebedi hayatında saadete ermek için bile bile hata yapmamalı, düştüğü hatada da ısrar etmemelidir.
Bunun için hem beşer nezdinde, hem de Allah katında kusur ve yanlışları telafi etmenin yolları açık tutulmuştur.
Kula yapılan bir hatayı özür dileyerek ya da helalleşerek, Cenab-ı Allah'a karşı yapılan hataları da, pişmanlıkla tevbe ederek telafi etmek gerekir. Yüce Rabbimiz, daha yanlışa düşmeden durulması gereken yeri hissettirmek üzere insanı hayâ ile donatmıştır. Hayâ Allah korkusunun başıdır. Günah işlemekten, yanlış işler yapmaktan hayâ sayesinde sakınır, kaçınırız.
Rabbimiz'in sadece insanoğluna bir lütuf olarak bahşettiği hayâ, yanlış davranışlara ruhun gizli bir tepkisidir. İnsan fıtratında mündemiç bulunan hayâ, Cenab-ı Mevlâmız'ın razı olmadığı, çirkin saydığı şeyleri yapmaktan sakınmaya yöneltir. Utanacağı bir şey yapmaktan kaçınan insan, başkaları tarafından kınanıp horlanmaya da hayâ sayesinde tedbir almış olur.
Tutum-davranışlarımızda bu kadar önemli rolü bulunan hayâ, dinî emir ve yasaklardan, toplumun örf ve adetlerinden bağımsız düşünüldüğünde, işlenmemiş bir cevher gibidir. Mahiyeti, yönlendireceği davranış biçimi belirsizdir. İyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı birbirinden ayıramaz. Zaten bunun için verilmiş de değildir. Esasen insanı hayra, hakka yönelten iç hasletlerin hiç biri böyle değildir. Hayâ duygusunun neden sakındıracağı, neye yönelteceği dinin hükümleri ve teklif ettiği ahlâk ile, bir de toplumun örf olarak kabul ettiği kurallarla belirlenir.
Alimlerimiz hayâyı anlatırken üç kısma ayırıyor.
Birincisi, kulun Allah'tan utanmasıdır. Fahr-i Cihan s.a.v. Efendimiz, “Allah'tan gerektiği gibi hayâ edin.” buyurmuşlardır. Böylesi bir hayâ, gelişigüzel bir utanma değil, Cenab-ı Hakk'ın huzurunda, O'nu layıkıyla takdir ve tenzih edememenin mahcubiyetidir. Allahu Tealâ'dan gerektiği gibi haya etmek ise, O'nun yüce ismini her an zikretmek, noksan sıfatlardan tenzih etmek, emirlerine uymak ve yasaklarından sakınmaktır.
Rabbanî alimler hayânın bu türünü şöyle tanımlamışlar: “Cenab-ı Hakk'ın nimetlerini ve ikramlarını müşahede etmek, bunun yanında kendi kusurlarını görmektir. Bunlar düşünüldüğünde insanda bir hal meydana gelir ki, ona hayâ denir.”
Manevi alemde ruhunun hayâ sıfatıyla dolmasını, cismanî alemin de bu hale katılıp, bedenin ve alnın terlemesiyle biliriz. Nitekim Fahr-i Alem s.a.v. Efendimiz, Rabbül Alemin'in azamet ve heybetinden hayâ ettiklerinde, mübarek alınlarında ter damlacıkları oluşurdu. Bu hali anlamamıza şu söz yardımcı olur: “Hayâlı kişi ter döker, bu ondaki bir tezahürdür. Bundan önce benlik hissinden azat olmak gerekir. Kişide benlikten bir şey bulunduğu müddetçe, hayâdan nasibini alamaz.”
İkinci tür hayâ, insanın diğer insanların kınamasından, adının kötü anılmasından çekinmesidir. Bu şekilde insanlardan utanmak, örfe ve genel ahlâk kurallarına uymayı sağlar. İslâm'a aykırı olmayan örfün dinden sayıldığından hareketle, toplum içindeki kurallara -İslâm'a aykırı değilse- uyulması zaruridir. Bu prensip dikkate alınmaz, kişi toplum kurallarını çiğnerse, bunun adı hayâsızlıktır. Böyle bir duruma düşülerek utanmak hayâ değildir; böyle bir duruma düşmekten korktuğu için utanmak ve tedbir almaktır.
Üçüncü tür hayâ ise, insanın kendisinden utanmasıdır. İnsanın, izzet, şeref, namus gibi zatında bulunan kıymetli her şey için, kendisine duyduğu saygıya izzet-i nefs diyoruz. İzzet-i nefs sahibi biri, yalnız olduğu zamanlarda bile çirkin ve edepsizce davranışlardan kaçınır. Böyle bir şey yapacak olsa kendinden utanır, içinde bir rahatsızlık belirir, eziklik duyar. Kendini çirkin bir iş yapıyorken hayal bile etmekten hayâ eder.
Züleyha validemiz henüz Mısır'da sarayda iken, Hz. Yusuf a.s.'ı odasına alır. Odadaki putun üzerini bir örtüyle örter ve “hadi gel” diyerek Yusuf a.s.'ı çağırır. Hz. Yusuf a.s. sorar: “Neden o putun üzerini örttün?” Züleyha validemiz: “Ondan utandığım için” deyince, Hz. Yusuf a.s. şöyle buyurur: “Sen bu puttan utanıyorsun da, ben Alemlerin Rabbi yüce Allah'tan hiç hayâ etmez miyim.”
Habib-i Edib s.a.v. Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyurur ki: “Bütün peygamberlerin eskiden beri söyleyegeldikleri şudur: Eğer utanma duygusundan mahrum isen dilediğin şeyi yap.” (Buhari)
Yani hayâsız birine hiç bir şekilde söz geçmeyeceğini, onun kimsenin sözünü dinlemeyeceğini bildirmiş oluyor. Bu durum, Allahu Tealâ'nın ahlâkından o kişide zerrece bulunmadığına işaret eder.
Utanma duygusu olmayan hayâsız, arsız birinin, kıymetli hiç bir şeyi yoktur. O kişi kimseyi layıkıyla sevemeyeceği gibi, hiç bir nimete de şükretmeyecektir. Firavun'un hali ve meydan okuması hayâsızlık değil mi?
Eğer insan hayâ duygusundan mahrumsa, Firavun'un yaptığı gibi, her kötülüğü yapar. Onu hayırla yâd eden kimse bulunmaz. Fakat eğer Hz. Osman r.a. gibi hayâ örtüsüne sımsıkı bürünmüş ve ömrü boyunca hep orada bulunmuşsa, güzelce anmaktan başka, kim onun hakkında bir şey söyleyebilir?
Hayânın doğru bir şekilde işlenmemiş hali, bazen kişiyi zararlı alışkanlıklar edinmeye, içine kapanık biri olmaya sevk edebilir; bir takım kişilik bozukluklarına neden olabilir. Bu tür sonuçları doğuran ifrat derecesindeki utanma duygusu, hayâ hissinin yozlaşmış ve ölçüsüz hale gelmiş şeklidir.
“İlimde hayâ olmaz” diye bir söz var. Bu, yaşı, mevkii ne olursa olsun, müminin bilmediği dinî hükümleri ehil kişilere sorması ve öğrenmesi; bundan utanmaması gerektiğine işaret eder. Öğrenmek amacıyla soru sormak ayıp değildir. Mahrem yerinde hastalığı olanın utanması ve tedaviden kaçınması da böyledir.
Hz. Aişe r.a. validemiz şöyle demiştir. “Ensar hanımları ne iyidirler ki, hayâ sahibi olmaları dinin hükümlerini öğrenmelerine mani olmuyor.” (Müslim) Güzel ve salih işleri yapmaktan hayâ edilmez. Bunlardan sakınmak, uzaklaşmak abestir
Hayâ, diğer bütün derunî hisler ve yüksek fikirler gibi sınırlı cümlelerle ifade edilmesi güç bir duygudur. O her türlü durumda kendini gösterir. İstikamet ne olursa olsun, hedef nereye varırsa varsın, olaylar nasıl cereyan ederse etsin, bunların hepsi hayâ duygusunun desteklemesi ya da engellemesiyle olur. Çünkü o, fert vicdanına farz kılınan daimi uyanıklıktır.
Hayâ, kişinin kendisine, bağlı olduğu insaniyete, içinde yaşadığı cemiyete, bütün gizlilikleri bilen yaratıcısına karşı duyduğu hassasiyettir. Bu hassasiyet, içinde bulunduğumuz beşeriyet dünyasının, dün, bugün ve gelecekte erişmek için çalışacağı en büyük hedeftir.
İslâm tarihini ve tabiatını araştıran herkes, hayâ ruhunu ve bu ruhun doğurduğu edebi fark eder. Bu ruh kuvvetli olduğu kadar apaçıktır da. İnsanın bunu fark ettikten sonra tesirinde kalmaması, ulvî atmosferine kendini bırakmaması mümkün değildir.
Rabbimiz, bizleri o hayâ örtüsünün altında, O'nu anmaktan başka her şeyden hayâ eder bir halde, Habib-i Edib s.a.v.'in ahlâkıyla ahlâklanan, salih kullarından eylesin.
Rabbimiz'in tevfik ve inayeti ile...